Korsan
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Kayıp Uygarlıklar

Aşağa gitmek

Kayıp Uygarlıklar Empty Kayıp Uygarlıklar

Mesaj  Admin Çarş. Kas. 03, 2010 5:54 am

Özellikle son yüzyılda modern kozmoloji, arkeoloji, jeoloji ve antropoloji bilimlerinin gelişmesi sonucunda ortaya çıkarılan önemli bulgular günümüz insanını şaşırtmaya devam ediyor. İnsanoğlu bir yandan modern kozmoloji vasıtasıyla, hızla evrenin gizemini çözmeye çalışırken bir yandan da kendi geçmişiyle ilgili araştırmalarını her gün yeni boyutlara taşıyor. Bilim adamları keşif diye ortaya koydukları bu bulgulara sadece modern tekniklerle ulaşmıyorlar, eski çağlardan günümüze ulaşan antik hikayelerden yani mitlerden de faydalanıyorlar. Bir zamanlar efsane nazarı ile bakılan hikayelerin gün geliyor gerçek olduğu ortaya çıkıyor.

Bütün bu çabalar geçmişi günümüze bağlayan yollarda hala gizemini koruyan antik uygarlıkların bilinmezlerinin ortaya çıkarılmasıyla ilgili. Tarihe zaman cetveli dersek, aradaki boşluklara ben “Kayıp Zamanlar” diyorum.

Antakya “Kayıp Zamanlar”a sahip, dünyada ender şehirlerden birisi ve bu kent hayatım boyunca benim için hep sürprizlerin, gizemlerin başkenti olmuştur.

Başlangıçta bunu sadece orada doğmuş, büyümüş olmanın verdiği bilinçsiz bir aidiyet duygusu zannediyordum.

Düşüncelerim zamanla yerini çocukluğumun geçtiği bu şehri daha fazla tanımaya, araştırmaya yöneltti, her fırsatta yaptığım okumalarımda, incelemelerimde gördüm ki uygarlık tarihinin gelişiminin birçok safhasında Antakya’nın önemli bir misyonu vardı ve birbirinden bağımsız, alakasız gibi görünen olaylar bir şekilde Antakya üzerinden birbirleriyle ilintili hale geliyorlardı. Antakya benim için artık “Kayıp Zamanlar”ın başkentiydi.

Bu araştırmada İ.Ö 41.000 den itibaren (bugün için) efsane uygarlık “Atlantis” de dahil olmak üzere insanlık tarihinin kayıp zamanlarının yollarının Antakya’da nasıl kesiştiğini okuyacaksınız.

ANTAKYA’YA DOĞRU

Antik çağa ait birçok efsane zamanla önemini yitirmiş olmasına rağmen Mu ve Atlantis Efsaneleri dünya çapında antik kültürün çatısını oluşturmuşlardır. Antik uygarlıklarla ilgili akademik programların dışında çalışmalar yapan araştırmacılarla bilim adamları arasında zaman zaman büyük görüş ayrılıkları olmakla birlikte birbirinden bağımsız gibi görünen bu çalışmaların nihai sonuca varmada hızlandırıcı etki yaptıkları şüphesizdir.

Bilimsel bilgi araştırmalarını sürekli olarak gözden geçirir ve buluşlarını somut verilere dayandırmak ister. Yapılan keşiflerle, Antakya dünya uygarlık tarihinin gizemlerinin çözülmesinde 19. yüzyılın başından itibaren tarih öncesi çağ araştırmacılarının ve bilim adamlarının nadide bir laboratuarı haline gelmiştir.

ATLANTİS NEREDE?

İnsanoğlunun yüzyıllardır ilgi odağı olmaya devam eden Atlantis efsanesi ilk olarak Plato’nun diyaloglarında geçer. İ.Ö 421 yılında Sokrates’in evinde yapılan felsefi bir sohbette Atinalı devlet adamı Kristias Ünlü Yunanlı şair Solon’un Mısır’da bulunduğu sırada Mısırlı bir rahibin aktardığı bilgilerden yola çıkarak İ.Ö 9.000 yılında gerçekleştiği sanılan Atlantis efsanesi olayını dedesi Dropides’e aktardığını anlatır.

Bu toplantıda Sokrates’in talebesi olarak bulunan ve notlar alan Plato daha sonra yazmış olduğu diyaloglarında Atlantis efsanesinden bahseder. Efsaneye göre Cebelitarık boğazının önünde Atlantik okyanusunda Atlantis isimli dev bir ada vardı. Adanın sakinleri çok yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmışlar: Batı Akdeniz’den Avrupa’ya ve Amerika’ya ulaşan büyük bir imparatorluk kurmuşlardı. Zaman içinde güçlerine güç katan Atlantisliler Yunanistan ve Mısır’da dahil olmak üzere tüm Akdeniz ülkelerini ele geçirmek amacıyla yaptıkları son seferde Helenlerle savaşa tutuştular ancak Helenlerin güçlü direnişi karşısında savaşı kaybettiler ve neticede Akdeniz’deki hakimiyetlerini de yitirmiş oldular. Efsaneye göre bu savaştan kısa bir müddet sonra bütün Akdeniz bölgesi tufanlar ve depremlerle sarsıldı, binlerce insan hayatını kaybetti Atlantis adası denize gömülerek yok oldu.

İnsanlık tarihini derinden etkileyen Atlantis efsanesi 1882 yılında Amerikalı araştırmacı Ignatus Donnelly’nin yazdığı “Atlantis Tufan Öncesi Diyar” adlı eserinden sonra dünya mitolojisine ve antik geçmişe ilgi duyan araştırmacıların ve bilim adamlarının gündeminde yeniden ilk sıraya oturdu, birçok kurgu romanında konusu oldu. Araştırmacı Kemal Menemencioğlu’na göre “Jules Verne, H. G. Wells ve Conan Doyle gibi tanınmış yazarlar romanlarında Atlantis konusunu işlediler. Bunların haricinde klasik tezden uzaklaşıp Atlantis’in İsveç'te, İsrail'de, Kuzey Kutbu'nda, Spitzbergen adasında, Amerika'da, İspanya'da, Tunus'ta, Kafkasya'da, Almanya'da ve son olarak Thera veya Santorini adasında ve daha başka yerlerde olduğunu iddia eden eserler yazıldı”. Bu eserlerin sayısı binlerle ifade edilmektedir.

Atlantis efsanesi Amerikalı araştırmacı Robert Sarmast ile yeni boyut kazandı 1990 yılından beri Atlantis’in yeri konusunda araştırmalar yapan Robert Sarmast: Platonun ünlü diyalogları Critias ve Timaeus’da ifade ettiği yaklaşık 50 fiziksel işaretten yola çıkarak çalışmalarını Kıbrıs yayı ve Levantine havzası olarak tarif edilen Doğu Akdeniz kıyılarına kaydırdı. Bölge ile ilgili olarak Amerika Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresinin (NOAA) hazırlamış olduğu haritalardan ve veritabanlarından faydalanan Sarmast bu bilgilerin yeterli olmadığını görünce dünyaca ünlü Jeofizikçi Dr. John K. Hall ile işbirliğine gitti. Dr. Hall, Sarmast’a 1980 li yıllarda bir Rus petrol gemisi tarafından Doğu Akdeniz’de deniz tabanından toplanan dijital verileri iletti. NOAA ve Dr. Hall dan gelen verileri birleştiren Sarmast bölgenin 3 boyutlu ve bathymetric (derinlik ölçü birimi) haritalarını çıkarttı. Sarmast’a göre Atlantis Kıbrıs, Suriye arasında idi ve batan kıtanın en üst noktası ise bugünkü Kıbrıs’tı.

Sarmast “Discovery Of Atlantis” isimli ünlü eserinde Atlantis’in bu bölgede olmasını güçlendiren bulguları ve nedenlerini açıkladı.

Sarmast’la yaptığım muhtelif yazışmalarımda araştırmalarında İskenderun körfezinde özellikle Arsuz, Samandağ kıyılarını ve Antakya’yı göz ardı etmemesini vurguladım, bölgede devam eden bilimsel çalışmalar hakkında bilgi verdim, dokümanlar yolladım. Bana göre efsane uygarlık Atlantis: Kıbrıs’la Suriye arasındaysa bu alandan yaklaşık 70-80 mil uzaklıktaki Arsuz, Samandağ kıyılarının ve Antakya’nın bu oluşumun dışında olmasına imkan yoktu.

Robert Sarmast Akdeniz’de Güney Kıbrıs’tan Suriye’ye doğru 50 mil mesafede “Atlantisi” keşfetmek için çalışmalarını sürdürürken, bu bölgede deniz yüzeyinden yaklaşık 1500 metre derinlikte Atlantis’le ilgili kalıntılara ulaştığını dünya kamuoyuna açıklamış ve bu beyanı tüm dünyada heyecanla karşılanmıştır. Muhtemeldir ki Sarmast’ın araştırmaları kısa bir süre sonra Arsuz ve Samandağ kıyılarına uzanacak ve Atlantis’in hikayesi Antakya’yla kesişecektir.


BİLİM ANTAKYA’DA İŞBAŞINDA

İLK BÜYÜK UYGARLIK ANTAKYA’DA MI?
(ÜÇ AĞIZLI MAĞARASI)

Ankara Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Dr. Enver Bostancı ve Prof. Dr. Süleyman Şenyürek 1950’li yıllarda başlattıkları araştırmalarda Antakya’da ilk yerleşimin İ.Ö 100.000 (Orta Paleolitik Dönem) yıllarına kadar uzandığını tespit ettiler. Bölgede Şenköy, Altınçay ve Samandağ-Çevlikte yaptıkları kazılarda İ.Ö 100.000-40.000 yıllarına tarihlenen el baltaları, kazıyıcılar, satırlar, Homosapiense ait diş ve kemikler buldular. Değerli bilim adamı Prof. Dr. Süleyman Şenyürek’in 1961 yılında bir uçak kazasında hayatını kaybetmesine rağmen Prof. Dr. Enver Bostancı araştırmalarını uzun yıllar devam ettirdi.

Paleolitik döneme ait araştırmalar 1989 yılında Fransız araştırmacı Dr. Ancelo Manzini’nin Samandağ-Meydan köyü civarındaki Üç Ağızlı Mağarasını keşfetmesiyle yeni bir boyut kazandı. 1996 yılından itibaren Kültür Bakanlığının denetiminde, Ankara Üniversitesinden Prof. Dr. Erksin Güleç, Doç. Dr. Ayla Sevim, Arizona Üniversitesinden Prof. Dr. Mary Kuhn ve Prof. Dr. Steven Kuhn’da dahil olmak üzere yaklaşık 25 kişilik bir ekip Üç Ağızlı Mağarasında çalışmalara başladı. Kazılarda günümüzden 41.000 yıl öncesine kadar inildi (şimdilik). Halen devam eden araştırmalarda Üst Paleolotik dönemde mağarayı kullanmış insanlara ait deniz kabuklarından yapılmış kolye, toka, kemer gibi takı eşyaları, ok uçları, taş aletler ve bunların yanında geyik, vahşi keçi, domuz ve sığır avlarından kalan kemikler bulundu. Prof. Dr. Erksin Güleç “İlk bulgulara göre Üç Ağızlı Mağarasındaki arkeolojik serinin, tüm Doğu Akdeniz bölgesindeki en uzun Paleolitik serilerden birisi olduğunu, belirterek mağarada bulunan takıların o kadar eski bir dönemde bu kadar yoğun ve bilinçli kullanımı çok az, takının 41.000 yıl önce bilinçli ve yoğun olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Onun için Antakya’yı Anadolu’nun ilk modernlerin ortaya çıktığı yerlerden biri olarak düşünüyoruz” diyor. İşin ilginç yönü benzer çağda Türkiye’deki tek kazı alanın, Üç Ağızlı mağarasına 25 km. uzaklıktaki Kanal Mağarasıdır.

Prof. Dr. Steven Kuhn’ın ise “Bu güne kadarki en önemi bulguların bazıları, alandaki seri boyunca çok sayıdaki süslemelerin; esas olarak kabuktan kolyelerin ve sallantılı küpelerin varlığına işarettir. Vücut süslemeleri, malzemeleri bir iletişim aracı olarak kullanmak suretiyle bilgi teknolojisinin en erken türünü temsil etmektedir. Boncuk gibi süsler, kullananlardan diğer insanlara bilgi taşımak için kullanılmıştır.” diyor.

Doç. Dr. Ayla Sevim; Üç Ağızlı Mağarası kazısında elde edilen süs eşyalarının ülkemizde bulunanların en eskisi ve deniz ürünlerinden yapılması açısından da dünyanın ilk örneği olduğunu belirtiyor ve mağarada yörede yaşayan insanın o dönemde külü yatak olarak kullandığına dair buluntularda elde ettiklerini söylüyor.

Bilim adamları şimdi Antakya laboratuarının bu köşesinde 41.000 yıl öncesinden geriye sessiz sedasız çalışmaya devam ediyorlar.

HİTİTLER, HURRİLER: SÜMERLERE DOĞRU

İ.Ö 2500 den başlayarak Anadolu’ya hakim olan Hind-Avrupa dil topluluğuna kavimler İ.Ö 700 lü yıllara kadar yaklaşık 1800 sene dünya uygarlık tarihini derinden etkilemişler ve başlangıçta Hatti-Hitit beylikleri adıyla anılan bu kavimler İ.Ö 1660 dan itibaren Hitit devletini kurarak Ege kıyılarından Suriye içlerine kadar bütün Anadolu’yu kapsayan bölgede büyük bir imparatorluk haline gelmişlerdir. Günümüze ulaşan belgelerde Anadolu medeniyetleri tarihine ait en zengin kaynaklar Hititlerden intikal etmiştir. Boğazköy ve çevresinde uzun yıllardır devam eden kazılarda bulunan binlerce çivi yazılı tablet ve antik materyal geçmişin aydınlatılmasında çok büyük bir öneme sahiptir.

İ.Ö 1200 sonlarından itibaren Balkanlar’dan ve Avrupa’nın Akdeniz kıyılarından gelen büyük göç dalgası Trakya’dan başlayarak Anadolu ve Suriye’ye yayılır; Kıbrıs üzerinden Mısır’a kadar uzanır. İstilacı kavimler geçtikleri bölgeleri talan ederler. Barbar kavimlerin istilası medeniyetleri kesintiye uğratır, öyle ki zaman içinde kullanılan yazı bile unutulur. Bütün bölge 400 yılı aşkın bir süre karanlık döneme girer ve medeniyet tarihi açısından bir boşluk oluşur.

Ta ki 1912 yılına kadar: 1912 yılında Karkamış’a gelen İngiliz arkeolog Leonard Woolley arkadaşı ve meslektaşı; sonradan ünlü İngiliz casusu olarak tarihe geçen E.T Lawrence’le (Arabistanlı Lawrence) birlikte burada kazılara başlarlar ve 1912-1914 ve 1919 yıllarında yaptıkları kazılarla Hitit’lere ait Karkamış kentini ortaya çıkarırlar. Bu kazılar esnasında dikkatlerini Antakya’da Amik vadisine yoğunlaştıran Woolley arkadaşı Lawrence’le birlikte birkaç kez Antakya’yı ziyaret ederek bölgede araştırma yaparlar. Lawrence araştırmalar esnasında bütün bölgeyi dolaşır, bu gezilerinde kullandığı motosiklet günümüzde Koç Vakfı Sanayi Müzesinde sergilenmektedir.

Daha sonraki yıllarda arkeoloji bilimine yaptığı katkılardan dolayı Sir unvanı da alan Leonard Woolley bir ara Mısırda Tell-Ell Amarna’daki kazılara katıldı. 1922-1934 yılları arasında ise Mezopotamya’da Ur’daki kazıları yönetti. Sümer uygarlığının bulunmasını sağlayan Ur Kral mezarlarını ve daha pek çok Sümer yapısını ortaya çıkardı. Karkamış, Tell-El Amarna ve Ur kazılarından elde ettiği bulgular Woolley’i daha önce araştırmalar yaptığı Antakya’ya yöneltti. Çünkü bütün bu uygarlıkların izleri bir şekilde Antakya’dan geçiyorlardı. Woolley Ege uygarlıkları ile Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmak amacı ile 1937 yılında ekibiyle birlikte Antakya’ya Tell-Atçana bölgesine geldi.

O dönemin yaşayan tanıklarından ve kazılarda çocuk işçi olarak çalışan Ali Yalçın şöyle anlatıyor:

“Woolley Atçana’ya kazı yapmak için 1937 ilkbaharında geldi, yanında iki yardımcısı ve Trabluslu üç kazı ustası vardı. Burada kazı alanının yanındaki evde kaldılar. Eve yerleştikten sonra Samandağ’dan ev işlerine bakmaları için dört tane daha yardımcı tuttu. Kazılarda çok sayıda işçi çalışırdı, işçilerin bir kısmı Suriye’den gelmişti hatta Mısır’dan bile işçiler vardı ama önemli bir kısmını bizim köyden (Atçana’dan) buldular. Ben o zaman sekiz yaşındaydım. Wolley sabahları çok erkenden kalkar çalışmaya başlardı, elinde bıçak ve küçük bahçe kazması saatlerce kazı alanında dört döner, muhtelif yerleri kazardı ancak kazı alanına yardımcıları ve üç ustasından başka kimseyi sokmazdı. Bizler çıkan toprakları sazdan yapılmış sepetlerle vagonlara yükler (dekovil) köyün yakınına taşırdık. Woolley güleryüzlü ve çok çalışkan bir insandı, yurt dışından birçok misafiri gelirdi, evin bahçesinde geç saatlere kadar sohbet ederlerdi”. Ali Yalçın’ın bahsettiği misafirlerden biriside Wolleyin Ur’daki kazılarında yardımcılığını yapan arkeolog Max Mallowan ve karısı ünlü İngiliz romancı Agatha Christe’den başkası değildir. Mallowan ve Agahta Atçana’dan çok etkilenmişler hatta Woolley’e misafir oldukları kazı evinin duvarlarına imzalarını atarak o günleri ölümsüzleştirmek istemişlerdir. (Günümüzde Kültür Bakanlığının denetiminde olan kazı evi onarılmayı beklemektedir). Agatha Christe’nin dünya çapında bir romancı olmasını sağlayan öyküler: Christe’nin yıllarca kocasının Yakın ve Orta Doğuda yapmış olduğu kazılarda yanında bulunarak esinlenmesinden ortaya çıkmıştır.

Woolley Tell-Atçana’daki kazılarını 1937-39 ve 1946-49 yılları arasında sürdürdü, kazıların sonucunda İ.Ö 1500 yıllarına tarihlenen Yamhad kralı Yarım- Lim’in sarayı ile Nigme-Pa sarayının kalıntılarını gün ışığına çıkardı.

Woolleye yakın tarihlerde; 1932 ile 1938 yılları arasında Chicago Üniversitesi Oriental Enstitüsü, İ.Ö 1100 yılına uzanan tarihlerde geç Hitit Krallığı’nın başkenti Hattina’yı bulmak ve Hattuşaş ile ilişkilendirmek için Amik Vadisinde Robert J. Braidwood, Calvin W. McEwan ve ekibi tarafından araştırmalar yapmıştır. Braidwood ve ekibi, tüm vadinin arkeolojik incelemesini gerçekleştirmiş, 178 höyük keşfetmişlerdir. Bu höyüklerden en önemli altı tanesi: Çatalhöyük, El-Judaidah Höyüğü, Ta’yinat Höyüğü, Tulail El-Şarki, Ta’yinat El-Şakir Höyüğü ve Kurçoğlu Höyüğü ve Vadi-el Hamam mağarasıdır.

1938 yılında yarım kalan Amik Vadisi Projesi 1995’ten itibaren Chicago Üniversitesi, Oriental Enstitüsünden, Prof. Dr. Aslıhan Yener ve Prof. Dr. Tony Wilkinson’un yönetimi altında yeniden başlamış daha sonra kapsamı Asi Deltası yüzey araştırmalarını da içine alacak şekilde genişletilmiştir. Günümüzde Atçana höyüğünü Chicago Üniversitesinden Prof. Dr. Aslıhan Yener, Ta’yinat höyüğünü Toronto Üniversitesinden Prof. Dr. Timothy Harrison ve ekibi kazmakta, Asi Deltası (Al-Mina) yüzey araştırmalarını Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Hatice Pamir başkanlığında bir ekip yürütmektedir. Bölgede bulunan höyük sayısı 346 yı bulmuştur, bunlardan 30’u Asi deltasında (Al-Mina) dır. Ta’yinat höyüğünde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan 85 parça tablet Akad, Neo-Hitit kitabeleri külliyatı yaratmıştır. (Luwian kitabeleri). Bu kitabelerin ortaya çıkarılışı Luwi dilinin çözümlenmesi için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır. Ayrıca bulunan çömlekler bölgenin Kıbrıs ve Ege adaları ile yoğun bir ilişki içinde olduğunu ortaya koymaktadır.

Bölgede halen ortaya çıkarılmayı bekleyen Antik Alalakh (Atçana), Tayinat kentlerinin kalıntıları ve Hitit dönemine ait tapınaklar, saraylar bulunmaktadır. Yapılan kazılarda bulunan çeşitli medeniyetlere ait bir çok eser Antakya Arkeoloji Müzesinde ve British Museum’da sergilenmektedir. Bunun yanında sergilenenlerin dışında bulunan en az bir o kadar eserde yer yokluğu nedeniyle Antakya Arkeoloji Müzesinde sandıklarda saklanmaktadır.

Bu araştırma ve kazılar bugün için Amık Vadisi’ nin İ.Ö 6.000 yıllardan günümüze kadar Akad, Asur, Babil, Mısır ve Mittani, Hitit ve Hurrain, Ege ve Kıbrıs medeniyetlerinin bir sentezi olduğunu ortaya koymaktadır.

Antakya sakladığı değerler itibari ile İ.Ö 100.000 li yıllardan başlayarak bilimin ve araştırmacıların vahası konumundadır.

Kuvvetle muhtemeldir ki yakın bir zamanda, tarih öncesi çağ araştırmacılarıyla bilim adamlarının yolu Antakya’da bir yerlerde kesişecektir; ve kuvvetle muhtemeldir ki eğer değerlendirebilirsek sakladığı kültürel zenginlikler itibari ile Antakya tek başına dünyada her yıl milyonlarca insanın ilgisini çeken bir başkent olacaktır.
Admin
Admin
Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 1133
Kayıt tarihi : 20/10/10
Nerden : İzmir

http://tertip.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Kayıp Uygarlıklar Empty Geri: Kayıp Uygarlıklar

Mesaj  Admin Çarş. Kas. 03, 2010 5:55 am

Mahabalipuram Açıklarında Batık Şehir
Güney Doğu Hindistan, Tamil Nadu bölgesinde Mahabalipuram (Mammalapuram) sahilinin açıklarında deniz altında büyük bir şehir kalıntısı bulundu. 1 Nisan tarihinde Hint Milli Denizbilimi Enstitüsü (NIO) ve merkezi İngiltere, Dorset’te olan Bilimsel Keşif Cemiyeti’nden (SES) Hint ve İngiliz dalgıçlar tarafından yapılan keşif 2003 yılının başında daha kapsamlı bir araştırma ile genişletilecek.

Araştırma heyeti başkanı Monty Halls’e göre üç günlük bir sürede yapılan 5 ve 7 metrelik derinliklerde 50’ye yakın dalışta çok büyük bir şehrin sadece ufak bir bölümü tetkik edilebildi; kalıntıların açıkça insan yapımı oldukları bellidir ve uluslararası çapta bir keşiftir.

Hint efsanelerine göre Mahabalipuram şehrinde 7 pagoda (mabet) vardı, şehir o kadar güzelmiş ki tanrılar kıskanmışlar ve bir gün süren bir tufanda batırmışlar. Batan altı pagodadan biri sahilde kalmış.

Proje tanınmış “best-seller” yazar Graham Hancock’un araştırmalarından ve teşviklerinden gelişti. Araştırma Heyetiyle birlikte dalış yapan Hancock şöyle diyor. “Yıllardır dünyanın her tarafından yaygın tufan efsanelerinin ciddi olarak tetkik edilmeye değer olduklarını savundum. Bu görüşü çoğu batılı akademisyenler reddeder. Ancak burada, Mahabalipuram’da mitosların doğru ve akademisyenlerin yanlış olduğunu kanıtladık.”

Bilim adamları şimdi şehrin son buzul çağında batmış olabileceği olasılığını araştırıyorlar. Durnham Üniversitesi Jeoloji Bölümünden Dr. Glenn Milne’e göre bu yapılar en az 6 bin yıl önce batmış olması gerekir, çünkü en az 5 bin yıldan beri bu bölgede çok az dikey tektonik faaliyetler olmuştur. Dolayısıyla önemli bir su seviyesi yükselişi son Plestosen çağında eriyen buzullardan kaynaklanmış olmalıdır. Oysa mevcut arkeolojik görüşler 6000 yıl önce Hindistan’da megalit (kadim büyük taş) yapılar inşa edecek bir uygarlığı kabul etmemektedir.

Cambay Körfezinde Batık Şehir
Geçen yıl Kuzey-Batı Hindistan’ın Cambay körfezinde bulunan devasal kayıp şehir, tarihçi ve arkeologları tarihi yeniden yazmaya zorlayabilir. Denizbilimcilere göre 36 metre su altında bulunan kalıntılar 9 bin yıllık olabilir, bu da Hindistan’ın bilinen en eski kalıntılarından binlerce yıl daha eski. Şehir su kirliliğini inceleyen Hint Milli Denizbilimci Enstitüsü tarafından kazayla bulundu. Şehirde bulunan duvarlar, yapı malzemeleri, seramik, boncuk, insan kemikleri vs. C14 karbon testi ile yaklaşık olarak 9.500.000 yıllık oldukları tespit edildi.

Sualtı arkeologlar, binaların devasal temeller üzerinde oturduklarını tespit etmişlerdir. Bölgenin 9-10 bin yıl önce eriyen son buzullardan su seviyesinin yükselişinden dolayı battığı inanılmaktadır.

Kadim uygarlıklar konusunda birçok esere imza atmış olan yazar ve filmci Graham Hancock’a göre: “Uygarlığın kaynağı konusunda bütün temel bilgiler silinip yeniden yazılması gerekir... Arkeologlar 4,500 yıl öncesinde Mezopotamya’da ortaya çıkan şehirlerden önce bu çapta şehirlerin varlığını tanımamaktaydı... Cambay’ın sualtı şehirleri konusunda fazla şey bilinmiyor. 9000-9500 yıl öncesi o kadar eski bir dönem ki, Mısır piramitlerin inşa edildiği M.Ö. 2700 yıllı, bu zaman birimin sadece ortalarından bulunur.”
Admin
Admin
Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 1133
Kayıt tarihi : 20/10/10
Nerden : İzmir

http://tertip.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Kayıp Uygarlıklar Empty Geri: Kayıp Uygarlıklar

Mesaj  Admin Çarş. Kas. 03, 2010 5:55 am

Greko-Romen kültür dünyasinda kamuya açik resmi dinler tarafindan saglanamayan bireysel dini deneyimler sunan çesitli gizli kültlere verilen addir.

Bu dinlerin kökeninin, ilkel insanlar tarafindan dünyanin çesitli yörelerinde uygulanan kabile törenlerinde bulundugu ileri sürülmüstür. Ilkel kabile topluluklarinda hemen herkes inisiye olurken, Grek dünyasinda Gizem Dinlerine inisiyasyon kisisel seçim konusudur. Gizem Dinleri, Isa'dan sonra gelen ilk üç yüz yil süresince en yaygin olduklari dönemi yasamislardir; ama kökenleri Grek tarihinin en eski dönemlerine kadar geri gider.
Etimolojik olarak, "Mysterion" (Gizem) sözcügü Grekçe'de "gözleri ve dudaklari kapatmak" anlamini tasiyan "myein" (muein) fiilinden türemistir. Gizem Dinleri, daima adaylarin "inisiye" (içeri alinma) olarak girebildikleri gizli kültlerdir. Inisiye olan kisiye "mystes", adayi öneren kisiye "mystagogos" (mystes'in önderi) adi verilir. Kültün önderinin adi ise "hierophantes" (kutsali açiklayan) ya da "dadouchos" (mesale tasiyan) olmustur. Bir gizem toplulugunun temel uygulamalari toplu yemekler, dans ve inisiyasyon törenleridir. Ortak yasanan bu deneyimler kült içi bagliliklari güçlendirir.
"Gizem Dinleri" (Mystery Religions) genelde yalnizca belirli bir toplumsal birimin üyesi olarak kabul edilen kisilere açik törenlerden olusmustur. Yasama ve yasamin sürdürülmesine sikica bagli olan bu gizemlerin baskalarina açiklanmamasi temel kosuldur. Gizem dinleri, gizemlere ulasan kisilere toplumsal anlamda degismez nitelikler ve özel bir statü verir.

Gizemler iki ana nitelikte ele alinabilir:
birincisini, bir bireyi toplumsal yapi içinde, eriskinlerin yasamina ya da gizli bir dernege alan gizli törenler olusturur ve bu törenler daima gizemci bir yeniden dogum düsüncesini içerirler;
ikincisi ise, belirli mevsim degisimlerinde mitoslarin canlandirilmasindan, her uygulamada bir "arketip" (ilk örnek) ile gerçeklik ve nitelik bakimindan esdeger oldugu öngörülen kutsal temsillerden olusur.
Gizem Dinlerinin uygulamalarina benzer dramatik ritüeller oldukça yaygindir. Bu törenlerin nitelikleri, yasamin sürdürülmesi için gerekli kosullar, dogal çevre ve toplulugun inanç yapisina baglidir. Ilk çaglarda Mezopotamya'da, yaz sicaginin bitkileri yok etmesi, Tammuz'un ölümü ve dirilmesini canlandiran mitos ve kült dramalarinda karsiligini bulur; günesin kis mevsimi tarafindan yenilgiye ugratilmasi ve baharda geri dönüsü ise, Marduk'un yeralti dünyasina hapsedilmesini ve kurtarilmasini anlatan törenlerle kutlanir. Suriye ve Fenike'de Adonis, Bati Anadolu'da Attis ve Misir'da Osiris de, bu tür dramatik ritüellerin basrol oyunculari olarak görülmelidir. Bu ritüellerin hemen tümü, topragin verimliligi ve canlilarin dogurganligi ile ilgili "Gizem" (Mystery) törenlerini olusturur. Atina'da ünlü Eleusis törenleri ve yalnizca kadinlara özgü "Thesmaphoria" bu dinlerden sayilir.
Bir "Gizem" (Mysterion), gizeme ulasarak inisiye olanlar disinda herkesten gizli tutulan (muein = kapali) bir ritüeldir. Adaylar, bir hierofan (ierofantis) yani "kutsali açiklayan" önderliginde gizemlerin kendilerine açiklanmasi için hazirlanirlar. Izmir'li Theon'a göre Eleusis törenlerinde bu hazirlik dört asamada gerçeklesir: ön arinma asamasi, bilgilendirme ve yönlendirme asamasi, gizemin açiklanmasi asamasi ve son olarak artik ayricalikli bir kisi olan kisinin basina taç ya da boynuna çelenk takilmasi. Üçüncü asama olan gizemin bildirilmesinin, yalnizca konusularak yapilan bir uygulama olmayip, dramatik bir gösteri biçiminde oldugu da bugün bilinmektedir. Ayrica, tüm gizem törenlerinde dansin da önemli bir yer tuttugu açiklanmistir.
Eleusis törenlerinde gizliligin nedenleri olarak, bazi düsünürlerce, egemen Grekler tarafindan yerel halkin dinsel baski altinda tutulmasi sonucunda kültlerin gizlilige siginmasi biçiminde açiklanmasi agirlik kazanmistir. Gerçekten, Girit'te Grek gizem törenlerinin benzeri tümüyle açik olarak uygulanmakta olup, hiçbir gizemli yönü bulunmuyordu. Ayrica, Eleusis'teki "Telesterion" (gizem töreninin gerçeklestigi tapinak) Minos-Miken mimari tarzinda olup Eleusis adinin bile büyük olasilikla Grek öncesi bir kökeni oldugu ileri sürülmüstür. Gerek Eleusis ve gerekse diger Gizem Dinleri törenlerinde Grek öncesi bir çok unsurun yasamaya devam ettigi kesinlikle saptanmistir.
Bu düsünceye karsilik, Gizem Dinlerinin tanrilari arasinda kesin olarak Grek oldugu bilinenlerin (Demeter, Kore gibi..) bulunmasi, ritüellerin yerel dinlerin kalintisi olmadigini düsündürmektedir. Bu törenlerin, çogu zaman soylu ve önde gelen aileler tarafindan düzenlenmesi ve törenlerdeki büyü uygulamalarinin varligi gizliligin nedeni olarak ileri sürülebilir.
Gizem Dinleri tanrilarinin tümü, birer toprak ya da yeralti tanrisi (chtonian) niteliginde olup, her ne kadar koruyucu ve iyiliksever olsalar da, dogalari geregi yanlarina yaklasilmasi tehlikeli olan varliklardir. Bu bakimdan, herhangi kritik bir anda dogabilecek bir soruna yer vermemek için, törenlerin bir gizlilik örtüsü altinda yürütülmesi ve böylece "arinmamis" kisilerin uzak tutulmasi yoluna gidilmis olmalidir.
Attis-Kybele, Isis ve Dionysos Sabazius'a bagli ve sonradan Yunanistan ile Roma Imparatorlugu'nu istila eden Dogu Gizemleri, Eleusis törenleri ile bir çok ortak özellikler tasimaktadirlar. Ancak, Dogu Gizemlerinde katilanlarin kendinden geçisleri (vecd) çok daha siddetli, üstelik tanrilarla bütünlesme arzusunun yarattigi psikolojik gerilim çok daha tehlikeliydi. Örnegin, bas rahibin tanrinin adini tasidigi Attis tapiminda inisiyeler kendilerini hadim ederlerdi. Tanri ile bütünlesme, ya boga kurbani (Taurobolium) sirasinda kana bulanma, ya da sunak üzerinde kendi kollarinin biçakla kesilmesi ile saglanirdi. Ayrica bir kutsal evlenme töreni düzenlenir ve inisiye büyük tanriça ile cinsel iliski kurardi. Frigya gizemlerinde, dramatik olarak ifade edilen, Attis'in ölümü ve dirilmesi çok belirgindi. Bu törenlerin gerçeklestirildigi "Hilaria" (sevinç ve nese) bayrami ilkbahara rastlardi.
Eleusis gizem törenleri de, "Boedromion" ayinin son yarisinda, yani yaz sonunda gerçeklestirilirdi. Bu yörede hasat zamani, kuzey iklimlerine göre daha önce gelir, gizem törenleri uygulandigi günlerde harmandan elde edilen taneler çoktan toprak altina gömülmüs olurdu. Törenlerin baslangicinda Kore (Persephone = tahil bakiresi) kesin olarak yeraltina göç etmistir. Mevsimin en yagissiz ayi olmasi nedeniyle, tarlalar bos ve kuru görünümdedir. Ancak, güz yagmurlari baslayip tarlalarin sürülmesi ve ekim zamani gelince Kore geri dönecektir, yani hasat olacaktir. Törende, Kore'nin yeraltina kaçirilisi temsil edildikten sonra, ritüelin yarattigi heyecan doruga vardigi anda, biçilmis bir bugday basagi katilanlara gösterilirdi.
Bu kültlerin çogunda inisiyeler, aci çekmisler ve sonunda zafer kazanarak tanriyla bütünlesmislerdir; bu dünyada tanrinin sevgisini kazanmakla kalmayip öbür dünyada da mutluluklarinin garanti altina alindigi inancini tasimaktadirlar. Inisiye olanlar, tanri ile birlesirler, onun yasamini ve ölümünü kendilerinde gerçeklestirirler. Ölen ve yeniden yasama dönen tanri gibi, gerçek ölümden sonra da sonsuz yasama kavusacaklarina inanirlar. Gizem Dinlerinin inisiyeleri, eski yerel-ulusal dinlerin sinirlarini asip, artik daha kisisel ve daha derin bir kurtulus dinine girmislerdir.
Simdi Yunan ve Roma uygarliklarinda etkili olan Gizem Dinlerini birer birer inceleyelim:

Dionysos
Tüm Grek kentlerinde Dionysos'a (Bacchus) tapan erkek, kadin ya da karma özellikte çesitli kardeslik örgütleri vardi. Dionysos, genelde bir bereket ve bitki tanrisi olmakla birlikte, özünde sarap tanrisiydi. Dionysos adina düzenlenen ve adina "Dionysiac" ya da "Bacchanalia" denen senlikler, topluluk üyelerinin gündelik yasamin döngüsünün disina çikmalari için bir firsat olustururdu. Bu senlikler, yalnizca sarap içmeyi ve cinsel eylemleri içermekle kalmaz, ayni zamanda korolar ve pandomim gösterileri gibi Grek uygarliginin degerli kültür etkinliklerini de kapsardi. Çogu kez, yalnizca inisiye olanlarin bu törenlere katilmasina izin verilirdi. Ancak, zaman içinde topluluktaki hemen tüm bireylerin inisiye olmasi saglandigi için, Dionysos kültüne giris, ilkel kabilelerin inisiyasyon törenleri ile paralellik gösterir. Öyle görünüyor ki, bireyin cinsel yasaminin baslangici ile Dionysos kültüne girisi ayni anda gerçeklestirilirdi. Ne var ki cinsel üreme eylemi, asla ölüm düsüncesinden tümüyle ayri tutulamadigi için, Dionysos'a tapanlar ölmüs atalari, yasayan nesil ve toplulugun gelecekteki üyeleri arasindaki gizemci birlikteligin bilincindeydiler.


Eleusis
Tahil tanrisi Demeter (Ceres) ile kizi Kore (Persephone) adina kurulmus en önemli tapinak Attika'da, Atina ve Megara arasinda yer alan Eleusis kentindeydi. Adina "Büyük ve Küçük Eleusis Gizemleri" denilen ve tahilin ekim, filizlenme ve biçim dönemlerinin kutlandigi ünlü dinsel tarim senlikleri Eleusis kentinde yapilirdi. Kore mitosunda dile getirilen tahilin yasam döngüsü ile insanin yasam döngüsünün paralel olduguna inanilirdi. Homeros'un yazdigi "Demeter'e Agit"ta yer alan bu mitos, kendine bir es arayan yeralti tanrisi Hades'in (Pluton) Kore'yi topragin derinliklerine kaçirisini anlatmaktadir. Günler boyu kizini arayan anne Demeter, Eleusis'e varir ve tahillarin büyümesini durdurur. Sonunda Hades, Kore'yi dünyaya geri göndemeye razi olur. Kore, tahil bakiresi olarak aydinliga döner ve oglu Plutus'u dogurur (Kore, "bakire", Pluton, "zengin olan", Plutus, "bolluk" anlamina gelmektedir). Oysa Kore, dogum ve ölümü simgeleyen narlardan yemistir ve bu yüzden karanliklardan tümüyle kurtulamaz; bir orta yol bulunur, yilin üçte birini kocasi ile yeraltinda geçirecek, kalan sürede annesi ile birlikte olacaktir. Bu çözüme sevinen Demeter, tahillarin yeniden büyümesine izin verir ve Eleusis halkina kendi ritlerini ögretir. Eleusis senliklerinde, Demeter ve Kore'nin tüm öyküsü titizlikle yeniden canlandirilir. Tipki mitosta Kore'nin yeraltina kaçirilmasi, Hades ile evlenmesi ve Plutus'u dogurmasinda oldugu gibi; ayni biçimde, tahil da yeni bir yasam vermek üzere topraga ekilir. Tipki topraktan fiskiran, biçilen ve hem insanoglunun ekmegi biçimine dönüsen, hem de tohum olarak yeniden kullanilan tahil gibi, Kore'de annesinden kopartilir ve yeni bir yasam dogurmasi için bakireligi yok edilir. Ölen insanlar da, yasamin yenilenmesi döngüsüne mistik anlamda katkida bulunmak için topraga gömülürler. Eleusis'in mesaji budur: her mezardan yeni bir yasam fiskirir. Bu nedenle inisiyeler, ölümden sonra ulasilacak ölümsüzlük için umut beslemelidirler.
Tüm Grek kentlerinde Eleusis senliklerinin yapilmasina karsin, gerçek Eleusis Gizemleri yalnizca Eleusis kentinde kutlanmaktaydi. Baslangiçta Demeter kültü yerel bir inançti ve bu külte inisiyasyon, kisisel degil, topluluk ya da kabile düzeyindeydi. Eleusis Gizemlerine katilan birey, bagli oldugu toplulugun tam bir üyesi oluyordu. Bu düzen, I.Ö. 600 yillarinda Eleusis'in Atina topraklarina katilmasina kadar sürdü. Bu tarihten sonra, toplumsal statü saglama yöntemi olarak önemi azalan inisiyasyon, giderek tümüyle dinsel bir tören biçimine dönüstü. Tüm Atinalilar Eleusis Gizemlerine katildilar ve kisa süre içinde gizemler tüm Grek dünyasina yayildi; böylece Eleusis senlikleri "uluslararasi" bir nitelige kavustular. Ancak, inisiye olmak isteyenler yine de Eleusis'e gitmek zorundaydilar. Eleusis gizem riti artik bir kabile töreni olmaktan çikmisti. Her birey, katilip katilmama konusunda kendi kararini kendisi veriyordu. Bu gelisim ancak, büyük bir kent olan Atina'nin, din de dahil olmak üzere, kisilere kendi yasam biçimilerini seçme hakkini taniyan farkli bir kültür yapisina sahip olmasiyla saglanmisti.
Hem Dionysos, hem de Eleusis Gizemleri genis bir anlam içerigine sahiptiler. Bu gizemlerin özü, hiç bir yazili kaynakta yer almaz; yalnizca toplulugun kutsal günleri olan senlik dönemlerinde yasanarak ögrenilirdi. Yine de katilanlarin büyük çogunlugu, törenlerin sadece yüzeysel yönlerini taniyabilirler ve hosça zaman geçirmek için bir firsat olarak degerlendirilerdi. Ancak, törenlerin daha derin anlamlari da bulunmaktaydi; ama bu gizler, herhangi bir teoloji ya da inanç dizgesi ile açiklanmaz, dogrudan dinsel eylemin yasanmasi ile aktarilirdi. Bu bakimdan, inisiye olmamis kisilere gizemleri sözlerle açiklamak olanaksizdi. Öte yandan, gizli danslari yabancilara anlatmak bile dinsel ihanet sayilirdi.
Admin
Admin
Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 1133
Kayıt tarihi : 20/10/10
Nerden : İzmir

http://tertip.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Kayıp Uygarlıklar Empty Geri: Kayıp Uygarlıklar

Mesaj  Admin Çarş. Kas. 03, 2010 5:57 am

130.000 Yıl önce Daha'mı Uygardık?




-
insanligin geçmisi asagi yukari 8.000-10.000 yil arasindadir, bu periyot Buzul Çagi öncesine götürülerek artirabilir ama Buzul Çagi'ndan ve öncesinden kalan izler kafamizi daha çok karistirabilir. Bilim "homo sapiens"in yani bugünkü insanin geçmisini arkeolojik olarak 6 bölüme ayirmaktadir:


Tarih Çagi Bugün-Milat / 1.yil.
Yil Demir Çagi Milat-MÖ 1.000
Bronz Çagi MÖ 1.000-MÖ 2.000
Neolitik Çag MÖ 2.000-MÖ 4.000
Mezolitik Çag MÖ 4.000-MÖ 8.000
Geç Paleolitik Çag MÖ 8.000-MÖ 12.000

Ama bu ayrim sadece bir genellemedir, tarihsel deneyseldir ve bölünmeler yapaydir, öte yandan buluslara ve bilimsel gelismelere göre de degiskendir. Örnegin Bronz Çagi'ndan önceki döneme bir zaman evvel Tas Devri deniyordu ve bu tanim çok hataliydi. Çünkü Tas Çagi veya devri günümüzde de sürmektedir, Avustralya Aborjinleri, Yeni Gine yerlileri, Amazon içlerinde yasayan kabileler, Afrika Kalahari Çölü'ndeki Busmenler 20. yüzyilda yasamalarina ragmen Tas Çagi kültüründedirler. Olasi bir nükleer savas sonrasinda belki de bes veya on bin yil sonra onlar yine var olabilirler ve yasamlarini bugünkü gibi sürdürebilirler.

On bin yil önceki çiçekli cenaze töreni:
Bilindigi kadariyla homo sapiens yani bizler son büyük buzlanma döneminin ortalarinda ortaya çiktik ve bu dönem yaklasik 10.000 yil önce sona ermisti. Gerçek insanin izleri bugün çogunlukla Avrupa'da, iskandinavya, Fransa ve Almanya'da bulunmustur ve bazi güncel kuramlara göre ise, Artrik Bölgesi yani Kuzey Kutbu buzlanmanin merkeziydi, çok sert kislar, rutubetli, karli soguk yazlar yasaniyordu. Yasamak için öncelikle soguktan korunmaya çalisiliyor, örtünme güdüsü gelisiyor ve daha sicak yerlere ulasilmaya çalisiliyordu. Zekanin gelismesi için sicak iklimler sartti, açik havada yasamak, tarim yapabilmek için gerekliydi. Neandertal insanin homo sapiens insanin ilk döneminde yasadigi düsünülmektedir, mitik bir inanç olarak Neandertal insanin sapiens'in atasi oldugu da varsayilmaktadir. Ortadogu, Cebelitarik ve Kuzey Afrika'da bulunan Neandertal insan kafataslarinin genel olarak, alinlari çikintili ve çeneleri sivridir ama kafatasi kapasiteleri yüksektir; 1300-1500 cm3 arasindadir. Buna karsin Avrupali homo sapiens'lerinki 1100-1700 cm3 arasinda degismektedir. Fakat kafatasi büyüklügünün yani beynin büyüklügünün zeka ile ilgili oldugu artik kabul edilmemektedir, yani beynin büyüklügü üstün zekayi göstermez. Burada asil önemli olan Neandertal insanin davranis biçimidir, Neandertal'ler ölülerini gömecek hatta bir cenaze töreni yapacak kadar bilinçliydiler, Irak'ta Sanidar Magarasi'nda bulunan bir mezarda ölünün çevresi yaban çiçegi kalintilariyla doluydu; bu bir insan davranisidir ve maymunsu bir hayvani göstermemektedir.



Cro-Magnon insanlarin giyim modasi
Eger Neandertal insani bir maymunsu insan türü olarak varsaymazsak, homo sapiens'in yani bizlerin atasi oldugunu daha kolay kabul edebiliriz. Her iki grup da, Kuzey Yarimküre'de yasamislar, Güney ingiltere'den Mississippi Deltasi'na kadar yayilmislardi ama karanlik bir nokta daha vardir: Neden her iki grup buz kütlelerinin daha az oldugu Bati Avrupa'yi tercih etmemistir? Acaba Kuzey Kutup noktasinin daha güneyde bulundugu varsayiminda yaniliyor olabilir miyiz? Homo sapiens'in ilk örneklerini Cro-Magnon diye tanimliyoruz, Güney Fransa'da bulunan iskeletler bize onlarin tipik Avrupali olduklarim gösteriyor, ortalama boy 1.80'dir ve kafataslari bugünkü insanlardan daha büyüktür. Bazi antropologlarin ilginç bir iddiasi vardir: Bir toplum olarak yasamayi bilen Cro-Magnon insanlarin zekasinin bugünkü insanin zekasindan daha yüksek oldugunu öne sürerken, örnek olarak da o dönemin yasam kosullarinda ancak üstün bir zekanin yasamini sürdürebilecegini iddia ediyorlar. Örnek olarak da, magara duvar resimlerini gösterirken, resimleri bir sanat eseri olarak tanimliyorlar. Cro-Magnon ressamlar gördükleri hayvanlari kusursuz resmederken, insanlari da çizmislerdi ve resimlerde bu insanlarin giyimli olduklari görülüyordu. Gerçekten de, Rusya'da bulunan bir Cro-Magnon kalintisinin üzerinde kürklü bir pantolon, islemeli bir gömlek, boynunda bir kolye vardi. Takilar, deniz kabuklarindan ve hayvan kemiklerinden yapilmisti. Antropologlar, kalintilarin 33.000 yil öncesinden kalmis oldugunu belirlediler.


Ya 30.000 yil önceki beyin ameliyati gerçekse?
Bu tarihleme, diger geleneksel görüslerin çok ötesine tasmaktadir. Kaya resimleri daha birçok yerde bize yüksek bir kültürün izlerini gösteriyorlar; insanlar giyimlidir, kadinlarin etekleri vardir, pantolonlu erkeklerin yanisira sortlu olanlari da vardir hatta ayakkabi ve bot giymektedirler. insan yüzleri daha da sasirticidir;
erkeklerin yüzleri tiraslidir ve saçlari kesilmistir, bunu nasil yapiyorlardi? Demir Çagi öncesinde metalik aletler yoksa, neyle tiras oluyorlardi? Ve en garibi aralarinda beyaz uzun saçli olanlari görülüyordu. Neolitik ve Mezolitik insanin giyimli ve tirasli oldugunu biliyoruz ama onlarin yasam dönemi MÖ 8.000 ile 4.000 arasindadir, oysa biz burada 30.000 yil evvel yasayan insan türünden söz ediyoruz. Cro-Magnon insanlarin yasam merkezlerinde kemik ve fildisinden yapilmis mükemmel igneler ve dügmeler bulunmustur. Ayni tür dügme ve ignelerin Avrupa kültüründe birkaç bin yil öncesinde ancak kullanildigi bir diger gerçektir. Ama inanilmaz bir gerçek daha var: Bazi Neolitik kafataslarinda düzgün delikler bulundu. Kafatasini delme operasyonu gönümüzde bir tümörü veya kan pihtisini almak için ya da kafatasi kirilmalarinda çökük parçayi düzeltmek için yapilmaktadir. Güç bir operasyon oldugu kadar, büyük bir dikkat, ustalik ve performans gerektirir. Neolitik insanlarin bunu yapabildiklerine inanmak çok güçtür. Eger yaptilarsa ilkel aletlerin çok ötesinde aletleri olmasi gerekirdi, çakmaktasindan biçaklarla, anestezi olmadan ve hijyenik kurallar bilinmeden böyle bir beyin operasyonu nasil yapilirdi? Ve günümüzün Neolitik toplumlarinda böyle bir bilgi ve olay yoktur. Öyleyse, insanligin ilkel dönemi olarak kabul ettigimiz çaglarda yasayan atalarimizin ulastigi uygarlik düzeyi sandigimizin ya da bildigimizi zannettigimizin çok üstündedir.


Eski Misir ressamlari Ebu Simbel Tapinagi'nda görüldügü gibi karanlik koridorlara ve yeralti odalarinin duvarlarina resim yapabilmek veya yazi yazabilmek için, yag kandilleri kullaniyorlardi, kandillerin biraktigi is lekeleri hala görülmektedir. Ama gerek Cro-Magnon'larin, gerekse de Neolitik insanlarin magaralarinda bu tür izler yoktur. Fransa, Cabrerets'de bulunan labirent türü dev magara sisteminde yüzlerce metrelik dar koridorlar bulunmaktadir ve o karanlik koridorlarin duvarlarina muhtesem bizon resimleri yapilmistir. Peki, ilkel insanlar, hangi teknikle karanlik magaralari aydinlatiyorlardi? Bizim hala bulamadigimiz bir teknikleri mi vardi? Eger böyleyse, Eski Misirlilar bu teknigi neden bilmiyorlardi? Kisacasi, ilk insanlar bizlerden daha akilli miydilar? Eidetik belleklerinin yani önceden algilanan objelerin zihinde çok net bir sekilde canlandirilmasi yeteneklerinin çok gelismis oldugu kesindir. Gördükleri tüm detaylari duvar resimlerine aktariyorlardi.

Magaralarda ne ariyorlardi?
Ve simdi bir paradoksumuz var; bizler Paleolitik insanin Cro-Magnon insan tarafindan karakterize edildigini söylüyoruz, fiziksel üstünlükleri, genis beyin kapasiteleri ve zekalari ortadadir, eidetik belleklerini de biliyoruz ama onlari en ilkel kosullarda buluyoruz. Neden ve nasil?

Eski Misir ressamlari yeralti odalarinin duvarlarina resim yapabilmek veya yazi yazabilmek için, yag kandilleri kullaniyorlardi, kandillerin biraktigi is lekeleri hala görülmektedir, ilkel insanlar, hangi teknikle karanlik magaralari aydinlatiyorlardi? Bizim hala bulamadigimiz bir teknikleri mi vardi? Eger böyleyse, Eski Misirlilar bu teknigi neden bilmiyorlardi? Kisacasi, ilk insanlar bizlerden daha akilli miydilar?


Neolitik dönemden kalma bir kent, köy ya da büyük bir yerlesim merkezi henüz bulunamamistir, neden magaralarda yasiyorlardi? Buna karsin, Paleolitik insanlarin yasadiklari küçük köylerin Avrupa'da kalintilari bulunmustur. Arada neler oldu? Paleolitik dönemden sonra yasayan Neolitik insanlarin yerlesim merkezleri neden bulunamiyor? Ya daha da öncesi? 30.000 yil önce üstün bir uygarlik var olduysa, 12.000 yil önceki Paleolitik Çag'da bu uygarlik yok olduysa ve sonra yine Neolitik Çag'da yükseldiyse, inis ve çikislarin nedeni nedir? Gerçegi nasil ögrenecegiz? Güney ispanya Sierra Morena'daki magara duvarlarinda bulunan bir grup simge bizlere bir yazi türünü göstermektedir ve 20.000 yil öncesine aittir, benzerleri Brezilya ve izlanda'da bulunmustur. Homo sapiens ile yani bizim geçmisimizle ilgili iki bulmacayi çözmemiz gerekiyor:
Eger homo sapiens'in gelismis yeteneklerinin tarihi 12.000 yilliksa, Tas Çagi insaninin yeteneklerini nereye koyacagiz? Ve eger ciddi kanitlara göre, insan zekasinin geçmisi 35.000 yil öncesine kadar gidiyorsa neden yerlesik düzeni gösteren uygarlik izlerini bulamiyoruz?


Önümüzde sadece 6.000 yillik bir uygarligin kalintilari duruyor. 30.000 yillik bir bosluktan sonra, nasil oldu da topu topu 5.000 yil içinde kentlesmeye ve teknolojiye ulasip, matematigi, tarimi, tibbi birdenbire ögrendik?
Aradaki dev boslugu açiklayabilecek hiçbir bilimsel görüs yoktur. Aranan açiklama, Daniken türü uzaylilar yaklasimi seklinde degildir ama dünyadisi bir iliski olasiligi da hemen reddedilemez çünkü mantiklidir.

Efsaneler bizi gerçege götürebilir
Sayisiz mitolojik anlati, hep göklerle ilgilidir ve daima uçan insandisi yaratiklardan söz edilir. Eger bir zamanlar dünyadisi canlilar buradaysalar, acaba Cro-Magnon insanlara bir seyler ögretmis veya birakmis olamazlar mi? Uzak geçmisin uygarlik düzeyinin nedeni bu olabilir mi? Aranan ve gerekli olan kanitlar milyonlarca tonluk buz kütlelerinin altinda yani kuzey yarimkürenin kuzeyinde olabilirler ve bizler onlara ulasincaya kadar orada duracaklar. Tarih öncesi insanlar artik ilgimizin odagidir, Erken Paleolitik Çag'in baslangici 3 milyon yil öncelere ulasir yani karsimizda kapkara dev zaman dilimleri vardir. Tas Çagi'nin küçük insan topluluklari bize tüm öyküyü anlatmiyorlar, elimizde milyonlarca insanin yok oldugunu anlatan efsanelerden baska bir sey yok. Eger bu efsanelerin temelinde gerçek sakliysa, geçmisimizde zeki insanlar, kültür ve hatta uygarliklar var olmus olabilir. Onlari neyin yok ettigini bilmiyoruz? Doga mi neden oldu yoksa kendilerini mi yok ettiler? Fakat topyekün yok olusu ve yikimi gösteren kanitlarin azligi nedeniyle dogasal felaketler olasiligi daha fazladir. Vardigimiz sonuç açiktir; insan bir hayvanin sonucu degildir yani bir maymundan insan ortaya çikmamistir, Prehistorik insanlarin zekasini bir maymunun düzeyine indirmek insanin kendisini küçümsemesidir. Maymunlar 50.000 yildan bu yana henüz akillanip, zeka sahibi olamadilar. Aksi halde, "Maymunlar Cehennemi"nin gerçeklestigini gerçekten görürdük.
Admin
Admin
Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 1133
Kayıt tarihi : 20/10/10
Nerden : İzmir

http://tertip.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz